Afetlerin yol açtığı bireysel ve toplumsal güvensizlik duygusunun aşılması, çok yönlü yoğun çabaya muhtaçtır. Ekonomiden politikaya, jeolojik verilerden mühendislik çalışmalarına, şehir kültüründen yaşam biçimlerine kadar bilimsel çabaların ortak etkileşimine ihtiyaç vardır.
Toplumsal ruh sağlığının korunmasına yönelik psikolojik destekler, duygu yönetimi ve ahlaki olgunluk düzeyi de ihmal edilmemelidir. Zira insanı öldüren, deprem değil ama bina da değildir. İnsanı asıl öldüren ahlaki zaaftır. Hakkın ve adaletin egemen olmasından, fırsat eşitliğinden, liyakatten, kuralların hâkim olmasından, vicdani değerlerin davranışlara yol göstermesinden, siyasetin bütünün emrinde olmasından ve kuvvetli bir inançtan söz ediyoruz.
Krizlerden sonra birey ve toplum düzeyinde güvenin sağlanmasında en yaygın
hata geçmişe takılmaktır. Birey hastalığına, aile geçimsizliğine, işletme krizlerine, ülke geçmişteki siyasi olaylara takılıp kaldıkça yerinde sayar. Düne ait suçlamalardan önünü göremez. Ve güven bunalımı derinleşir. Zira güvensizliğin getirdiği umutsuzluk; yarınlara ilişkin belirsizlikle olağan davranış düzlemini değiştirir, dönüştürür ve normalden uzaklaştırır.
Toplumsal krizleri aşmanın başlıca yolu; krizden ders çıkaracak kadar
geçmişle ilgilenmek ama esas enerjiyi yarın yapılacaklara yoğunlaştırmaktır. Krizden sonra geçmişte olan hataları, sorumluları konuşmaktan öteye gidilemediğinde yeni krizlerde benzer kayıplara açık hale gelinir. Dolayısıyla krizin başlangıcında yapılan acil müdahaleler, ilk yardım faaliyetleri, korunma, barınma gibi temel ihtiyaçlardan sonra kalıcı çözümlerin üretilmesi şarttır.
TOPLUMSAL GÜVENİN İKİ KAYNAĞI
Kalıcı çözümlerin başında bireyin ve toplumun güven sorununun giderilmesi gelmelidir. Zira güçlü krizler, güçlü ve yaygın güven sorunlarına yol açar. Diğer ihtiyaçları karşılanmış olsa bile ne olacağı endişesi yaşayan ve kendini güvende hissetmeyen bireyin, günlük yaşam normali değişir. Belirsizlik, yaygın endişe, kaygı, umutsuzluk, uyumsuzluk, antisosyal davranış, kargaşa, şiddet sarmalının önlenmesi toplumsal güvenin sağlanmasına bağlıdır.
Toplumsal güven iki temel kaynaktan beslenir. İlki yeme içme, korunma, barınma gibi maddi ihtiyaçların karşılanmasıdır. Asrın depreminden sonra kısa sürede beslenme ihtiyacının karşılanması, çadır, konteyner ile barınma ihtiyacının giderilmesi ve kalıcı konut seferberliğinin başlatılması bunun örneğidir.
Kültürümüzde yer aldığı üzere artık ovalarda değil dünyaya çakılmış çiviler
misali dağların yamaçlarda ev yapmaya yönelmeliyiz. Yüksek yapılardan yere yakın, yatay mimariye uygun binalar inşa etmeliyiz. Mümkün olduğunca betonlaşmadan kaçıp ahşap, kerpiç ve çelik gibi daha hafif malzemeleri tercih etmeliyiz. Böylece afetlerin felaketlere dönüşmesini önleyebiliriz.
Güvenin yerleşmesi ve kalıcı olması için maddi ihtiyaçların karşılanması ve önlemlerin alınması yetmez. İkinci aşamada duygusal, sosyal ve manevi ihtiyaçların karşılanması gerekir. Birey ve toplum düzeyinde gerekli psikolojik desteklerin sağlanması, travma sonrası takıntıların yerleşmesini önleyecektir. Ayrıca toplumda afetlere yönelik önlemlerin alındığı hissinin oluşması bireylerin yarınlarını daha emin karşılamalarını sağlayacaktır.
Dolayısıyla devlet otoritesinin konuya hâkim olduğu, krizin en az hasarla atlatılacağı, belirsizliğin olmadığı, gelecek için önlemler alındığı duygusunun yaşatılması ve uygulamalarla gösterilmesi güvenin yol haritasını oluşturacaktır.
DENİZLER COŞTUĞU ZAMAN
Devletin öncülüğünde başlatılan ve milletimizin insanüstü dayanışmasıyla gerçekleşen çalışmalar, fert ve toplumun bu yaranın kısa zamanda iyileştirileceğine inancının yegâne göstergesidir. Uygulamada görülen pratik çözümler, yaşanan afetin neden olduğu güven sorununu rahatlatacaktır. Zira deprem, her an beklenen bir afettir.
Temel güven sorununun aşılmasında en güçlü kaynak hiç kuşkusuz tüm kâinatın bir sahibi olduğu inancının; duygu, düşünce ve davranış düzeyinde yaşanmasıdır. Zira geçici güçlere dayanarak ayakta kalmak, geçici bir güveni getirecektir.
Afetlerin arka arkaya sıralandığı, yeryüzünün beşik gibi sallandığı, dağların yerlerinden kopup düzlüğe dönüştüğü, denizlerin coşup karaları işgal ettiği, gecenin gündüzü takip etmediği kısacası her şeyin bitip tükendiği, dengenin bozulduğu, varlığın yok olmaya yöneldiği bir zamanda var olmaya devam edecek, tek ve sonsuz olan yüce güce emanet olabilmek güven kaynağımızın asıl ve vazgeçilmez temelidir.
Bu temelden yoksun geçici güven kaynakları, yıkılan binalar misali ayakta kalamaz. O’na yaslanmak; duygu, düşünce ve davranış olarak bizi rahatlatacaktır. İnsanların robotlaştırılmaya robotların insanlaştırılmaya çalışıldığı dijital çağda en çok da buna ihtiyacımız var. Çıkar ilişkisi olmadan yüz yüze iletişim kurmaya, insana yaslanmaya ve kendi anlam değerimize, kendi gerçeğimize doğru yol almaya ve böylece güven duygumuzu diri tutmaya ihtiyacımız var.
Dolayısıyla binalarımızın sağlam temellere sahip olması için vermemiz gereken uğraşın yanında gönül, duygu ve manevi dünyamızın sağlam bir temele sahip olması için de çaba göstermemiz elzemdir.
Tabiatla yakın ilişkimizin kopmayacağı, insan insana uzaklaşmayacağımız, güneşin doğuşu ve batışını seyrederek varlığın arkasındaki sırla buluşmaya çalıştığımız bir şehir ve yaşam kültürünü yeniden yakalamamız önemlidir. Böylece yeryüzü sallandığı zaman şehirde, köyde, mahallede insanlar birbirinin yükünü kolaylıkla çeker ve kendilerini emniyette hisseder.