Toprak gibi insanlar da çeşit çeşit. Kazma darbelerine aldırış etmeyen ve kendinden ödün vermeyen topraklar var. Çok gevşek, daha dokunurken ufalıverenler var. Aylarca uğraştığımız halde tohumu tomurcuğa dönüştüremeyen toprağın yanı sıra kendiliğinden verime dönüşen, türlü renkleri bağrında yetiştiren topraklar var.
Karadır bazı yörelerin toprak rengi, taş ve kayaların arkasına saklanmıştır adeta. Kimi yerde suyla iç içe çamur halinde toprak, kimi yerde sarp kayalıkların dehlizlerinde saklanır toprak. Bazı yerlerde olduğu gibi durur belki de yıllarca. Bazılarında ise tutunamaz toprak, akar bir yerlere doğru gider.
Bir verip yetmiş alırsınız bazen ama on verip bir alamadığımız topraklar da var. Kimi toprak yıllarca taşır bağrında yetişen gülün kokusunu. Kimi yabancıdır gülden ve onun kokusundan.
İnsanlar da farklı farklı. Kimi sert kayalar gibi, kimi yumuşak. Sevecen kimi, bazılarının yıllarca dinmez kini. Bazıları vermeye kimileri ise almaya doymaz bir türlü.
Kimi hep önde olmak, tek olmak, belirleyici olmak isterken kimileri kalabalığın içinde kayıp olmayı tercih eder.
Kimi insanlar hep var olmanın, daha da büyük olmanın uğraşındayken kimileri hiç olmanın, yok olmanın sevdasını çeker. Kimi kurnaz, dünyayı idare ediyor zannederken kimileri eğmiş boyunlarını emre hazır duruyor.
Evet, insan geldiği toprak gibi çeşit çeşit. Bu yüzdendir ki sık sık toprakla buluşmalı insan dokunmalı, hissetmeli, konuşmalı toprakla. Zira kaynağımız ve geldiğimiz yer orası ve dahi gideceğimiz yer orası.
Bunun içindir ki mezarlıklar hayatımızın bir parçası olmalı. En sık zaman geçirdiğimiz alışveriş merkezleri (AVM) arasında yer almalı mezarlıklar. Evet, mezarlıklarla alış veriş halinde olmalıyız. Dokunmalı, anlamalı, hissetmeli ve konuşmalıyız yerin altındakilerle. Yerin üstündekilerle kavgamızı yerin altındakilerle kuracağımız samimi iletişimle dengelemeliyiz.
Unutmayalım ki sınırlı halimizin sınırsız alemle yüzleştiği, var olmakla yok olmanın ince çizgisinin yakalandığı yerdir mezarlar. Bütün kavgaların boşa çıktığı, sonsuzluğun bize kapılarını açtığı, bizi kuvvetlendirdiği, olgunlaştırdığı yerdir mezarlıklar.
Nasıl ki ekmeği bilmekle karın doymaz. Mezarlıkları bilmek yetmez onları yaşam alanımızın içinde tutmak, yaşamak ve yaşatmak gerek.
Usta Yunus mezarlıkta yatanları tasvir etmiş ya bir dörtlüğünde:
Yunus der ki, gör takdirin işeri,
Dökülmüştür kirpikleri kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler, ne bir haber verirler.
Yerin altındakilerin hallerini yerin üstündekilere aktarmak için dile getirilmiş enfes bir tasvir bu. Ve her defasında yüreğini titretiyor insanın ve sonsuzlukla imtihan ediyor yeniden.
Yunus’un tasviri kendimize çeki düzen vermek için yerin altındakileri tamamen fonksiyonsuz gösterse de biz biliyoruz ki yerin altındakiler esasen yok olmuş, hiç olmuş değiller. Belki bedenleri fonksiyonu kayıp etmiştir ama ruhları hesap gününü bekleyecektir. Dolayısıyla yerin üstü kadar hareketlidir, canlıdır, inişli ve çıkışlıdır, yerin altı.
Zira her ne kadar hiçliğin başladığı yer olsa da mezarlar, her şeyi bu hiçliğin içinde saklarlar. Yani ki her şey “hiç”in içinde vardır.
Bu kadar mezarlardan söz edip Fatih Sultan Mehmet’in gözde hocası Akşemseddin Hazretleri’ninmüthiş dörtlüğünü dile getirmemek olmaz.
Dü cihanda tasarruf ehlidir ruh-u veli,
Dime kim mürdedir, bunda nice derman ola,
Ruh şimşir-i Hüdadır ten gılaf olmuş ona,
Dahi a’la kar eder, bir tığ ki, üryan ola.
( Evliyaullah iki cihanda tasarruf ehlidir,
Bu ölüdür bundan nasıl derman olur deme,
Mevlanın kılıcıdır, vücudu ona kılıf olmuştur,
Aynen kılıç ki çıplak olduğu zaman daha fazla tesir eder. )
Dr. İlhami Fındıkçı
(Davranış Bilimleri Uzmanı)