“Evladım önce şunu söyleyeyim ki yaşlılara kulak verilmiyor artık. Bunun için beni dinlemenden çok memnunum. Bakıyorum çoğu arkadaşım yalnız, kimsesiz. Ya camii avlusunda yahut kahve köşesinde vakit öldürüyor. Yaşlılar altın değerindeki tecrübeleriyle konuşacak birilerini arıyor. Gençler ise her şeyi telefonlardan o sanal yerlerden bulmaya çalışıyor.
Asıl büyük sorun toplum olarak maddi faydaların peşinde koşmaya başladık. Devletin ya da sivil toplum kurumlarının maddi yardımları baş gündemimiz oldu. Hayatımız maddi destekler almanın, daha kolay kazanmanın peşinde geçiyor. Bu büyük bir tehlikedir. Kimse çalışmıyor evladım. Herkes devletten gelecek desteklerin peşinde…”
Yaş almış bu büyüğümüzle ne zaman konuşsam yaşama dair yeni pencereler açılıyor zihnimde. İnşatlarda amele ve kalfa olarak çalıştıktan sonra uzun zaman müteahhitlik yapmış. 83 yaşındaki baba dostumuzun hayatı insanların içinde geçmiş. Vaktiyle biraz siyasetle de uğraşmış iyi bir gözlemci. Sahada yetişen bir sosyolog misali toplumsal yaşama ilişkin ilginç tespitleri var. Son görüşmemizde büyük tehlike olarak gördüğü sosyal yardımlar konusunda okumalar yapıp biraz kafa yorunca modernitenin neden olduğu birey-otorite ilişkisindeki aşırılıkların yol açtığı ve çığ gibi artan sorunlar dikkatimizi çekti.
İnsanın diğerleriyle birlikte yaşamaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç yaşamın ilk yıllarından bu yana aile, köy, kasaba, şehir, devlet ve küresel düzeyde toplumsal yaşamı geliştirmiştir. Toplumsal gelişim; ilk insanlar, tarım toplumu, sanayi toplumu, bilgi toplumu ve nihayet bugün sanayi sonrası toplumları oluşturmuştur. Her dönemin kendi şartları içinde öne çıkan temel değerleri olmuştur. Örneğin ilk insanlarda beden gücü, tarım toplumunda ekilebilir araziler, sanayi toplumunda makine ve teknoloji, bilgi toplumunda bilgi, temel güç ve ana sermaye olmuştur.
İNSAN - OTORİTE İLİŞKİSİ
İnsanın otorite ile ilişkisi de zamanla dönüşüme uğramıştır. İlk çağlarda bireylerin beden güçleri otoritenin yegâne aracıyken tarım toplumunda toprağın egemenliğine dayalı yerel otoritelerin yaptırım gücü, sanayi döneminde teknolojinin egemenliğine dayalı otorite-çalışan ilişkileri, bilgi çağında ise bilginin egemenliğine dayalı sosyal devlet anlayışı öne çıkmıştır.
İslam dininin yüzyıllarca önce ortaya koyduğu sosyal devlet anlayışı, devletin insanın emrinde, devleti temsil eden liderlerin de insanların hizmetkârı olduğu gerçeği, batı dünyasında ancak aydınlanma döneminde anlaşılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla insanın devlet için değil devletin insan için var olduğu gerçeğinin uygulamaya geçmesi batı dünyası için oldukça yenidir.
Bilgi çağı sonrası, post modern toplum anlayışının hüküm sürmeye başladığı günümüzde birey ve otorite ilişkileri tehlike arz eden ilginç bir dönemece girmiştir. Zira egemen güçlerin modernite algısı üzerinden aşıladığı bireyselleşme, özgürlük ideali ve tüketim alışkanlığı söz konusudur. Bu durum; ailede, iş ortamında ve devlette giderek zayıflayan bir otoriteye, bireyselliğin öne çıktığı bir yalnızlığa ve yabancılaşmaya neden oluyor.
Sosyal devlet adıyla yapılanlar görünürde insanlara daha rahat ve modern bir yaşam, özgür bir ortam vadetmese de gerçekte insanlar daha üst ve egemen otoritelere bağımlı ve tükettikçe var olmaya çalışan canlılar haline dönüşüyor.
Oysaki sosyal devlet; birlikte yaşayan insanların korunma, barınma, sağlık, adalet, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan ve insanların hizmetinde olan bir sistemdir. Devlet; birey, aile ve kurumların önünü açar, maddi ve sosyal gelişimlerini destekler.
MODERNİTE
Ancak özellikle 18. yüzyılda batı toplumlarında başlayan ve günümüze kadar kartopu misali büyüyerek gelen, aklın ve bireyselliğin öne çıkmasının bir eseri olan modernite, her şeyin devletten beklenmesi, bireylerin edilgen hale gelmesi ve üretimden uzaklaşması gibi toplumsal sorunlara yol açmıştır.
Modernitenin; özgürlüğü, adaleti, eşitliği ve bolluğu getirmediği aksine bireyselleşme adına diğerleriyle aramıza ördüğümüz duvarların çoğalmasına, ekonomik dağılımda uçurumlara ve ruh hayatımızda daralmalara neden olduğu çeşitli araştırmaların sonuçlarıyla sabittir.
Aklı, hayat masasının merkezine koyan ve onun dışındaki her şeyi masadan kaldıran bu akım, insanı geleneksel düşünce anlayışından, inanç dünyasının sağladığı huzurdan ve zenginlikten, üretmenin getirdiği gerçek mutluluktan kısacası insan olarak varlığımıza anlam katan temel değerlerden uzaklaşmamıza neden oldu.
Daha da vahim olanı devletlerin de üzerinde bir konuma ulaşan asıl egemen güçler; bireyi, aileyi, sosyal kurumu ve devleti birbirinden bağımsız birer araç haline getirdi. Devlet de birey de asıl özne olmaktan uzaklaştığı için ilişkileri bozuldu. Geleneksel düşüncenin öğretileri ve kutsalların değeri azaldığından maddi menfaat en belirleyici amaç haline geldi.
Ve insanlar ailede, iş ortamında ve devletle ilişkilerinde sadece maddi menfaat peşine düşen, emek vermeden kazanmaya çalışan, üretmeden tüketen, düşünmeden eleştiren bir yaşam biçimine alıştı.
Baba dostumuzun yakındığı gibi kimse çalışmıyor ve birinci gündemimiz devletten gelecek destekler. Bütün alanlarda olduğu gibi birey devlet ilişkisinde de maddi menfaat merkeze yerleşiyor. Sosyal devlet algısının maddi menfaate indirgenmesi, yaşamı tehdit eden önemli bir psikolojik sorundur.